Sanal müzemiz 24 saat açıktır

Kadın Müzeleri Neden Gerekli?

Akademik kadın çalışmalarının üniversitelerden daha geniş bir kesime doğru yaygınlaşıp kadın mücadelesinin anaakımlaşması, kadın müzesi fikrini de değiştirir. Kadın müzeleri 1980’den itibaren tekil kadın öznelerdense kadın kimliğinin, toplumsal varlığının ve rolünün toplumsal cinsiyet ekseninde, yani erkek ve kadın olmanın biyolojik anlamının ötesinde, öğrenilmiş ve içselleştirilmiş toplumsal beklentilere göre kurulduğu düşüncesi temelinde sorgulanmasına ve temsiline odaklanır.  Pozitif kadın kahramanların anlatıldığı, doğrudan kadın kimliğinin temsil edilmediği müzeleri saymazsak, isminde de kadın müzesi tabiri geçen, iddiasıyla da bu ismi hak eden ilk kadın müzesi 1981 yılında Almanya’da Bonn şehrinde kurulan Frauenmuseum’dur. Bu tarihten itibaren birçok ülkede Bonn’da açılan müzeye benzer kurumlar varlık kazanır.

Kadın müzelerinin kurulma gerekçesi en başta kadınlarının tarihte temsil edilmediği anlayışına ve bunun tersine çevrilmesine yaslanır. Tarih öncelikle kaynakların ortaya çıkması ve bunların tanzim edilmesiyle başlar. Tarihteki suskunluklar da bu süreci takip eder: ilk olarak olgular yaratılır, ardından bunlar tanzim edilir, anlatıların oluşması için olgular bulunup gün yüzüne çıkarılır, son olarak tarihin yazılması için geçmişe yönelik yeniden anlamlandırma anı devreye girer.[1] Bu aşamada bazı olgular es geçilir, görmezden gelinir, tarihte sessizliğe terk edilir. Kadınlar kendi tarihlerini anlatırken, bu sessizlik anlarına, görmezden gelinen ya da değersizleştirilen olgulara dikkat çekmeye çalışır. Örneğin müzeler koleksiyonlarını oluştururken nesnelerini bu tarih üretimine benzer bir değerlendirmeyle seçer. Bu kurumlar sadece objektif tanım ya da mantıklı kümeler oluşturmaz aynı zamanda temsiller oluşturur ve tarihsel açıdan belirli perspektifler ya da sınıflandırma şemalarıyla uyumlu olarak onlara değer ve anlam atfeder.[2] Kadın müzeleri, müzelerin nötr ya da herkese eşit mesafede konumlanan mekanlar olmadığını bilerek sergilemelerin politikasını aleyhlerine olmaktan çıkarmaya çabalar.

Kadınlar, aşağı görülen ırklara yakıştırılana benzer olarak, içgüdülerine göre hareket eden, akıldansa duyguları ön planda tutan, romantikleştirilmiş klişeleri sahiplenen varlıklar biçiminde somutlaştırılır. Erkeğe atfedilense bunların tam tersidir. Mantıklı, ciddi olmak, akla başvurmak, zorluklarla baş etmek ve bu sayede uygarlık yaratmak. Yaratılan bu ikili zıtlıklar kültür/doğa argümanıyla tarif edilebilir. Odysseus mitini hatırlayalım; kahraman, Truva Savaşı’nın ardından evine dönerken başına bir sürü olay gelir ve hepsini alt eder. Sirenlerin şarkısına kapılmamak için kendini direğe bağlatır, mürettebatının kulaklarına da balmumu dökerek şarkının etkisine girmemeyi başarır. Aklıyla kendinden çok daha güçlü varlıkları alt eder, doğaya üstün gelir, onu tahakkümü altına alır. Kurnazlığı en büyük gücü olan Odysseus’un hikâyesinde kadınlar biyolojik özelliklerine indirgenmiş varlıklar olarak temsil edilir. Tanrıçaları (Kirke ve Kalipso’yu) dahi metresi haline getirir, eşi Penelope ise birçok talibi ve Odysseus’tan habersiz olmasına rağmen yıllarca kendisini evinde bekler. Melekten fahişeliğe doğru değişen negatif ve pozitif kadın algısı bilinçli bir nefretten, ayrımdan doğmaz. Daha vahim biçimde toplumsal yapıdan kaynaklı olarak kadının bu temsillerin dışında başka bir şey olabileceği akla getirilmez. Aydınlanmanın Diyalektiği’nde kadının biyolojik özelliklere indirgenmesinin, onların kendinden güçlü olanın tahakkümüne girmesini haklılaştıran bir motif olduğu ifade edilir.  İçgüdülerine temsil olmuş, uygarlıktan nasiplenmemiş bir varlık olarak çizilen kadının, doğadan kültür alanına geçmesi uygun görülmez ve olduğu yere sabitlenmeye çalışılır. Dahası Jacques Derrida kadın/erkek, siyah/beyaz, üst sınıf/alt sınıf gibi birçok zıtlığın bir ucunda egemen olanın, diğerini iş alanına dahil edenin olduğunu, bu açıdan ikili zıtlıkların nötr olmadığını savunur.[3] Tarihte kimlikleriyle temsil edilmeyen kadınlar, müzelerinde haliyle kendi tarihlerini sergilemek, kendi perspektiflerini yaratabilmek için bakış açılarını ve yorumlarını kataloglamaya yönelir.

Burada en önemli sorun kadın olmak deneyiminin nasıl temsil edileceğidir. Kadın olmak sabit bir anlama sahip değildir. Yoksul siyah bir kadın ile zengin siyah kadının deneyimi bile çok farklı olabilir. Kişinin etnik kökeni, sosyal sınıfı, cinsel yönelimi vs. dikkate alındığında onun maruz kaldığı ayrımcılık ve sömürünün boyutu bir hayli değişir. Bu durumda akla ister istemez bir kadın müzesinin, hangi kadını temsil ettiği, bu kadınlığın genel paydada karşılığının ne olduğu, tahakküm ilişkilerini görünür kılmada doğru bir seçim olup olmadığı soruları gelir. Anlamın sabit olmaması gibi sömürü ve tahakküm ilişkileri de sabit değildir. Sürekli yenilenir, başka bir boyutta karşımıza çıkar ve kendini tekrar tekrar üretir. Temsil bu noktada önem kazanır. Nitekim geçmişe karşı mevzilenme ancak bugünde mümkün olabilir ve o yüzden konu geçmiş de olsa, sahicilik, bugün verilen mücadeleden gelir.[4] Tabii ki deneyimler biraz önce söylenen kategorilere göre farklılaşsa da kadın kimliğinin ortak maruz kaldığı bir ayrımcılık söz konusudur. Ancak bir müze bu genel maruziyeti konu edinse de eserlerin, temsil edilen figür ve tarihin koleksiyona dahil edilmesi toplama, yorumlama ve sergileme açısından bilinçli bir sürece karşılık geldiğinden, bu işlem temsil alanını zorunlu olarak daraltır ve yukarıdaki soruları yeniden gündeme getirir. Ne olursa olsun fikrin ortaya çıkış serüveni izlendiğinde kadın müzelerinden beklenen temsil ettiği kadınlık gerçekliğiyle, bugünkü sömürü ve ayrımcılığa dair söz söylemesi, şimdide kadınların aleyhine kurulan güç ilişkilerini deşifre edip reddetmesidir.

Kadın müzelerinin en fazla karşılaştığı sorulardan biri, muhtemeldir ki, kadınların neden ayrıca bir müzeye ihtiyaçları olduğudur. Buna cevap verebilmek için özellikle sanat tarihi müzelerinde kadınların nasıl temsil edildiğine bakmak gerekir. Sonucunda kadınların metafizik bir estetik ideale karşılık gelen erotikleştiren nü ile sabitliği dayatan klişe arasında sıkıştığı görülebilir. Kadınlara yönelen bu bakış onları yansımaktan ziyade inşa edilen kültürel göstergeleri ifade eder. 1985 yılında Gerilla Kızlar (Guerrilla Girls) ismiyle kadınlar müzelerin ve sanat ortamlarının eril bakışına karşı bir hareket başlatır. Metropolitan Müzesi’nin kadınlara tutumunu eleştiren çalışmaları en bilinen eylemlerindedir. Kadınların burada Metropolitan Müzesi özelinde itiraz ettiği ama genelleştirilebilecek olan şey, bir müzeye girebilmek için kadınlar illa çıplak mı olmalıdır sorusudur. Resimde yer alan kadın bedeni ise tarihsel olarak klişeleştirilmiş bir ideal kadın bedenini manipüle ederek, indirgemenin boyutunu gösterir, itiraz eder ve klişesel temsille dalga geçer. Kadınların tek boyutlu, özselleştiren anlatımlara karşı kendilerinin özne olduğu mecralar yaratması ve geleneksel müzeleri de lehlerine değiştirmeye gayret göstermesi doğaldır.

Bunun yanında kadın müzelerinin, feministlerin Batı toplumunda genel insan normunun maskülen olarak sunulmasına itiraz biçimlerinden biri olduğu söylenebilir. Kitle kültürünün açık bir şekilde “kadınlara ait” kabul edilen bir kültürel alanı –günlük gazetelerde kadın sayfası, kadın dergileri, kadın filmleri, kadın saati vs.- mevcutken, erkeklere özel bir kategorinin olmayışı bile –örneğin erkek filmi, gazetelerde erkek sayfası- genel insan normunun ne olduğunu söyler. Bu açıdan kültürü cinsiyetçileştirenin kadınlar olduğu iddia edilse de, onlar cinsiyetsiz kabul edilen ama bir cinsiyet içerip kadınları dışsallaştıran bakışa karşı kendi mevcudiyetiyle bu cinsiyetçileştirmeye direnir.[5] Kadın müzelerinin bu eksende değerlendirilmesi gerekmektedir.

Kadın müzeleri, sergileme pratikleri, mobil oluşları, nesne yerine fikre odaklanmaları, müzelerden dışlanmış kesimleri müzelere dahil etmeleri ve özellikle yorum ve dil açısından perspektifleriyle müzecilik anlayışında bir değişim yaratır. Sınıfsal ya da etnik olarak toplumda ve müzelerde saygın bir yere sahip olmaları engellenen insanlarla birlikte kadınlar da müzelerin dilinin tek boyutlu yanını kırarak dönüştürmeyi bilir. Dünyada 75 tane fiziksel, 22 tane de sanal kadın müzesi vardır. Türkiye’deyse İzmir Kadın Müzesi fiziksel, Antalya, İstanbul ve Mersin sanal olmak üzere 4 tane kadın müzesi faaliyet yürütür.

[1] Michel-Rolph Trouillot, Geçmişi Susturmak. Çev.:Sezai Ozan Zeybek. (İstanbul: İthaki Yayınları, 2015), s. 54-55.

[2] Stuart Hall, Temsil. Çev.: İdil Dündar. (İstanbul: Pinhan Yayıncılık, 2017), s. 198.

[3] s. 304.

[4] Trouillot, age, s. 177.

[5] Hall, age, s. 451.

Mehmet Özgür Kızılkaya